ulus baker ve etkilenmek
Ankara’da yeni bir kitabevi açıldı. En azından benim için. Ankara’ya senede bir bilemedim iki kere dönebildiğimden, şehri her seferinde bambaşka bir şekilde buluyorum. Cumhurbaşkanlığından dümdüz, Seğmenler parkının yanında inince hemen sağda. Penguen kitabevi.
İçini estetik olarak pek beğenmesem de, bizi Tunalı’da D&R saçmalığından kurtaran, yakınlarda zincir bir kitabevi olması oldukça hoş. Fakat, bu binayı daha güzel bir şekilde değerlendirebilirlerdi. Bu eski binanın o kadar çok potansiyeli vardı ki. Yıllardır orada öylece bekledi, Tunalı’ya inerken defalarca gözlerime eşlik etti. Ankara’nın belki de en güzel kitabevleri arasına girebilecek bir potansiyeli vardı. Keşke daha güzel bir şekilde düzenlenseydi, daha hoş mobilyalar, parkeler, kapılar, renkler ve kitaplıklar seçilseydi. Sonuç olarak, yazın yer sıkıntısından arabayı cehennemin dibine park etmemize rağmen, kitap sevdamızdan yolumuz bir şekilde Penguen’e düştü (yalan söyledim, kitapları seviyoruz ama bu sefer ne yapacağımızı bilmediğimizden gittik).
Bana kalırsa insanlar kitapları seçmezler. Kitaplar insanları doğru zamanda bulur. Yanlış zamanda alınan kitaplar ise kütüphanede zamanlarını beklerler. Şu anda pek bir şey ifade etmeyen sayfalar, bir hafta, bir gün, bir sene, on sene sonra bambaşka bir anlam alabilir. O yüzden insan bir kitabı zorla okumaya kalkmamalı. Hele ki bu bir felsefe, psikoloji veya sosyoloji kitabı ise. Bu tarz kitaplar okunamaz, sizi yazar ile sohbet etmeye davet eder. Oysa insan bazı konuları daha tartışmaya hazır olmayabilir.
Ulus Baker bir süredir aklımda olan bir yazardı. Düşünceleri ile internetten arada cilveleşiyordum. Baker Türkiye’ye dönünce kitabını alıp okumak istediğim bir yazar haline geldi. Fakat insan oldukça unutkan bir varlık. Baker de, şu anda aklıma gelmeyen, ama bir dönem okumak istediğim yazar isimleri arasında kaybolup gitti (aklıma bir anda Gaston Bachelard ve Pierre Fédida geldi. Buraya yazayım ki bir daha unutmayayım). Taaaa ki (nasıl dramatik bir şekilde bağladım ama) Penguen’de karşıma çıkana kadar (elbette Ulus Baker’in kendisi değil, böyle bir durum olsa, muhtemelen olduğum yerde bayılır kalırdım).
Sanat ve Arzu. Evdeki kitaplarımın çokluğuna rağmen, kendimi neden bu kitaba ihtiyaç duyduğuma dair kandırmaya koyuldum. Aklıma ilk gelen şey, internetin köşelerinin birinde gördüğüm bir analoji oldu. Kütüphaneler şarap mahzenleri gibidirler, bir şişe almak için öteki tüm şişeleri içmek gerekmediği gibi, yeni bir kitap almak için ötekilerini bitirmiş olmak gerekmez. İşime gelince böyle şeyler çok hızlı kanan bir insanım. Şöyle yalandan biraz daha dolaşıp, arkadaşlarımın işinin bitmesini bekledim.
Kitabı alır almaz eve döndüm. Bir iki sayfa çevirip kenara koydum. Bu davranış hepinize tanıdık olsa gerek. Sık sık yaparım. Bence herkes yapıyordur (en azından böyle olduğuna inanmak istiyorum). Bazen yıllarca geri dönmediğim kitaplar oluyor. İşte tam da bu yüzden başta kitaplara hazır olup olamamaktan bahsettim. Bazı kitapları istediğimiz zamanlarda değil, nedeni başta belli olmayan başka vakitlerde okuyabiliyoruz (bilinçdışının bu konuyla bir ilgisi olduğuna neredeyse eminim, ama bu başka bir zamanın sohbeti). Bu durum felsefe kitapları için daha da gerçek.
Mesela Foucault’u ciddi bir şekilde uzun zamandır okumak istiyorum. Fakat ne zaman elime alsam, kendimi bambaşka kitapları bitirirken buluyorum. Kendisini ciddiye almam tam dört senemi aldı. Taa yüksek lisansa başlayıp, tez araştırmalarım sırasında L’Archéologie du Savoir’a (Bilginin Arkeolojisi) denk gelmem gerekti. Kaldı ki onu da tam olarak bitirebilmiş sayılmam.
Kitap okurken anın keyfini çıkarmayı unuttuğumuz olabiliyor (en azından benim için durum böyle). Felsefe, psikanaliz, sosyoloji vb. tarzı kitaplar okurken insan anlamakta zorluk çekip, gerektiğinden daha fazla üstüne gidebiliyor. Hele ki etrafındaki insanlardan bu kitapları nasıl okuduklarını, ne kadar sevdiklerini, daha neler neler okuduklarını duyuyorsa. Oysa insanlar genelde zorlandıkları şeylerden bahsetmezler, hepimiz başarılarımızı ön planda tutmaya meyilliyizdir. Oysaki Lacan herkes için Lacan, Hegel herkes için Hegel. Herkes onları ve daha nicelerin okurken benzer sancılı yollardan geçiyor, geçecek de. Bu işin ne yazık ki başka bir yolu yok.
Bir başka nokta da tüketime aşırı meyilli olduğumuz bu toplumda oluşumuz. Kitapları da tüketmeye meyilli bir hale geldik. Yılda 52 kitap okumak, okuduğumuz kitapları sıralamak, yarıştırmak moda haline geldi (kaldı ki ben de bu dünyanın bir parçasıyım, özenli bir Goodreads kullanıcısıyım. Goodreads’in sahibinin Amazon olması çok da şaşırtıcı olmasa gerek). İşte tam da bu noktada karşımıza o bitmek bilmeyen, tuğla gibi kitaplar çıkınca insan afallıyor. Kısa içerikleri tüketmeye o kadar alışmışız ki, bu uzun ve meşakkatli okuma işinin eskisi gibi keyfine varamıyoruz. Bu durum da bizi oldukça kötü hissettirebiliyor. Tam da bu yüzden, bir kez daha kitap okurken anda, kitapta kalmakta zorlanabiliyoruz.
Peki ne yapmalı? Durup bir nefes almalı önce. Geri bir adım atıp zorluğu kabul etmeyi öğrenmeli. Kendini salak sanıp hızlı bir şekilde vazgeçmemeli. İnsan bazen tek zorlananın kendisi olduğunu sanabiliyor. Oysa o etrafımızda çok zeki gördüğümüz, çok başarılı saydığımız insanların hepsi ama hepsi benzer zorluklardan geçti, geçiyor ve geçecek.
Sonuç olarak Baker’in kitabını ciddiye almam bir hafta sürdü. Çok kısa bir sürede beni etkisi altına almasına rağmen, bu etkiyi çok uzun bir süre tutmayı başaramadı. Yarım saat sonra aklım bulanıklaşmaya başladı, gözlerim ağırlaşıyor ve Ulus’la sohbet etmeye devam edemez hale geliyordum. Kitabı bir sefer daha bırakıp dışarı çıktım. O zamandan beri de ona geri dönemedim.
Kitap bana vermesi gerekeni vermişti. Ben de Ulus’la olan sohbetimizden anlamam gerekeni anlamıştım. Bana halen iyi gelen, ve sık sık düşündüğüm birkaç cümleyi, duymaya en çok ihtiyaç duyduğum anda armağan etmişti:
“Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil. Felsefede, bilimde bile böyle. İki bilim adamı karşı karşıya geldiğinde genelde birbirlerini anlamazlar, zorunda da değillerdir zaten”
İşte tam da bu yüzden bir şeyi anlamıyorsak, kendi üzerimize bu kadar gitmememiz gerek.
Daha da önemlisi, duyduklarımızın ve okuduklarımızın bizi bambaşka şekillerde etkilemesine izin vermeyi öğrenmek gerek.
Seni her zaman anlamasam da, beni bu denli etkilediğin için teşekkür ederim Ulus.