sevda ve aşka dair olmayan her şey

Aşk hakkında yazmayı hiç sevmiyorum. Söylenecek her şey zaten söylenmiş gibi geliyor. İçimde yenilikler getirmek isteyen mükemmeliyetçi taraf bana engel oluyor.
Son zamanlarda üstbenimle büyük kavgalar içindeyim. Zayıfladığını hissediyor olsa gerek, rüyalarımda beni taciz ediyor. Sinirini hissediyorum, yenilgiden, dizginlenmekten korkuyor.
Dizginleyenin zıvanadan çıkınca dizginlenmesi gerektiği gerçeği? Terapi ve nevrozu görmenin ilginç bir şekli.
…
Sanki aşka dair yapılacak her tarif yapılmış, hissedilecek her şey hissedilmiş. Sevdayı bizden önceki jenerasyonlar yaşamış, yazarları tüketmiş, filozofları törpülemiş, gelecek jenerasyonlara lisede yenecek kırıntıları kalmış gibi. Bunun doğru olmadığını elbette biliyorum, ama insanın hissiyatını değiştirmesi nasıl da zor…
Aşk aklıma geldikçe içim nasıl da sıkılıyor, midem nasıl da bulanıyor. Tüm vücudum, organlarım sırasıyla tepki veriyor. O çiçek, bu böcek, şu gece, o dudaklar, şu sevda, bu hicran…
Okuyamıyorum da.
Inancımı tamamen yitirmişim. Sömürülmüşüm.
Aklıma aşk gelince ilk gelen kelime tükenmişlik, sömürülmüşlük. Kimseye verecek tek bir duygum kalmamış gibi hissediyorum.
Bugün aşık olamıyorsam eğer, zamanında çok ama çok sevdiğimden. Tükenmişim, hem tüketilmiş, hem tüketmişim.
…
Sevda işi inançla alakalı. Eğer inanıyorsan aşık olabilirsin. Sevdanın getirdiği hislerin gerçek olabileceğine inanman gerek. Ben de zamanında çok inandım. Şu anda yazdıklarım ise, tekrar inanmak istediğimin kanıtı olarak görüyorum.
Bir yandan bu tükenmişlik hissinden kurtulmak, sevdaya yeni kapılar açmak istiyorum, öteki taraftan ise benliğimi tekrardan inşaat edecek zamanı kendime tanıyamıyorum. Bu işin içinden çıkmamı sağlaycak tek şey zaman, onun da farkındayım.
Ama nasıl da geçmiyor zaman...
Tükenme kelimesi gözümde bir yangın canlandırıyor. İçten içe yanmış, organları kül olmuş insanlar görüyorum. Aynı Freudenberger’in burn-out’u tarif ederken kullandığı örnekler gibi. İçten içe yanmış hastalar. Evler nasıl yanabiliyorsa, insanlar da yanabiliyor (buna benzer bir örnek vermişti galiba, emin değilim).
…
Bundan 5-6 yıl önce Albert Caraco’nun Kaos’un Kutsal Kitabını okumuştum. Bende etkisi çok büyük olmuştu, bugün bile o ilk elli sayfanın bana ne hissettirdiğini çok net bir şekilde hatırlıyorum. Akşam sekiz gibi okulun yemekhanesine gidiyordum, yol serin, ağaçlar ise kökünden budanmış, çirkin ve çırılçıplak bırakılmıştı. Fontainebleau’daki ilk ve son senemdi. Kendimi oldukça yalnız, şaşkın ve afallamış hissettiğim bir sene.
Yolda yürürken hala şoktaydım. Kitabın satırları dışında başka bir şey düşünmekte zorlanıyordum. Bir insan nasıl bu kadar mutsuz, bu kadar umutsuz, paramparça, tükenmiş olabilirdi? Hayatta bir insanın başına ne gelirse gelsin, yığılıp kalmak kendi seçimidir. Tükenmemek mümkün değil. Asıl soru, tükendikten sonra ne yapmak istediğinle alakalı.
Nihilist edebiyatlara, anlamsızlıklara ve tükenmiş hislere yenik düşmek istemiyorum. Zamanında çok karamsar şeyler okudum, hatta bir çoğu da hayatımın merkezi yerlerine getirdim. Gençlik midir, cehalet midir bilmem, fakat satırların arasında dolaşan korkaklığın kokusunu alamamışım.
Nihilizme yenik düşmek pes etmekten başka bir şey değildir.
Zamanında Nietzsche insanları açık açık uyarmış. Nedense bir çoğundan nihilist damgası yedi. Artık okumamaktan mı kaynaklanıyor, yoksa insanlar okuduklarını anlayamıyor mu bilemem. Bir filozofun ismi popüler hale gelir gelmez herkesin her konuda bir fikri olduğunu hatırlıyoruz. Benim de var, bazen susmayı tercih ediyorum (her ne kadar susmamak gerekse de, alıştırılmışız gibi).
…
Bir kız tanıdım. Beni hala sık sık ziyaret eder. Geçenlerde tahmin edemeyeceğim kadar heyecanlı bir şekilde beni evine davet etti. Bundan birkaç ay önce beraber yaşadığımız şehrin, geçenlerde küçük bir alışveriş merkezinin çıkışında karşılaştık. Görüşmeyeli bir yılı geçmişti. Onu en son bir kırtasiyede fotokopi çekerken görmüştüm (üniversitenin fotokopi makineleri sevmiyordu, hatta okulun kütüphanesinden nefret ettiğine dair eminim). Merhaba diyecek cesareti toplayamadım, ağaçların orada saklandım, gitmesini bekledim. Birkaç dakika sonra bisikletine atlayıp uzaklaştı.
Elimden tutup beni asansöre attı. Evine giremeden uykumdan uyandım. Sabaha karşı erken bir saat. Neyseki başucuma bir bardak su koymayı akıl etmişim. Bu da yeni adetlerimden : başucu suyu. Büyük şaşkınlık : uyurken bardağı hiç devirmedim.
Bazen bardağı tamamen unuttuğum oluyor. Suyun içi toz dolmuş, mide bulandırıcı bir karışım haline gelmiş, sessiz sessiz duruyor. Bitkilerimi sulamam gerektiğini hatırlatıyor bana.
Kış tatilinde eski şehrime gittim.
Paris'teki evime döndüğümde bana hediye ettiği bitki solmuştu. Bensiz bir yazı atlatan bitki iki haftada ölüverdi. Beni unutuyor herhalde.
Ilk benim verdiğim çiçek solmuştu (birkaç haftada)…
Ayrılık sonrası ilk dönemler şok içinde yaşıyorum. Olanı tam olarak algıyamamaktan mı, kaybı kabul etmemekten mi bilemiyorum. İlk aylar çok daha rahat geçiyor. Ne hikmetse yaşananın gerçeği çok daha sonra, mideye inen sağlam bir yumruk gibi bünyeyi derbeder ediyor.
…
Birisi öldükten sonra cenazenin bilinçsiz amaçlarından biri, onu tanıyanlara ölümün gerçekliğini göstermektir. Kimse ölümü tam olarak kabul edemez, etmek istemez. Vücudun toprağa karışması gerçeğin çok keskin bir tokadıdır, fakat gereklidir. Eğer iyileşmek, yas dönemini sağlıklı bir şekilde yaşamak istiyorsak, cenaze oldukça zor, ama bir o kadar da önemli bir andır.
Ayrılık da bir tür ölüm gibi. Size en yakın olan insan bir anda hayatınızdan çıkar. Sembolik cenazeler yapamayan ben, ayrılıkla başta çok daha iyi baş ediyorum. İlk birkaç ay boyunca durumu tam olarak kavramak istemesem bile, bilinçdışım kısa bir süre harekete geçiyor.
Tanıdığım bir sürü insan beni hala rüyalarımda ziyaret etmeye gelir. Sizinle barışmaya çalışıyorum, umarım hepiniz farkındasınızdır.
Geçenlerde bir ders için “gerçek” üzerine kısa bir araştırma yapmam gerekiyordu. Felsefeden yola çıkarak psikanalize, Lacan’a kadar “gerçek” üzerine yazılanları aşırı hızlı bir şekilde gözden geçirdim. Birçok filozof “réel” denilen şeyin aslında insanlar tarafından ulaşılamayan bir gerçek olarak tanımlıyor. Lacan gerçeği symbolique (simgesel) düzeye, basitleştirirsek, dile entegre edilemeyen olarak görüyor. Gerçek simgeselin içinde bir yarık, bir delik gibi.
Ölüm de biraz öyle değil mi? Hayatta kalanların yaşamında bir yarık, anlaşılamayan, anlaşılmak istenmeyen bir olay. Belki de “hayatın” en büyük gerçeği.
Ayrılık da gerçeklik içinde bir yırtık olabilir mi?
…
Lacan’ın aşk hakkında ne düşündüğünü henüz bilmiyorum. Kesin bir fikri vardır. Bir de davranışları fikirlerine uysa… Gerçi hangimiz dediklerimizle tam dengede yaşayabiliyoruz? Yaşamayalım da.
Hayata çok yakın geçen konularda düşünürlerden kaçınmak lazım. Sezgisel olanı nasıl da karmakarışık hale getiriyorlar.
...
Acaba orgazm sonrasındaki anlara neden "la petite mort" deniyor? Jouissance fazla mı gerçek?