optimize oluyoruz dostlar

optimize oluyoruz dostlar

Hayatımda ilk defa bir projeye başlayıp, ara verip, unutup, tekrardan hatırlayıp geri döndüm. Acaba neden bazı dönemler içimden yazmak gelirken başka dönemler tamamen sessiz kalmak istiyorum?

Bu kadar mükemmeliyetçi olan ben, bunca zaman sonra tekrardan dönüp yazmaya başladım. Sonunda hayatımda bir dengeyi tutturmuşum, ya hep ya hiç modundan yavaşça uzaklaiıyorum gibi geliyor.

Tezim için bazı kitapları incelemem lazım. Gönlüm istiyor ki hepsini baştan sona okuyayım. Açık açık kendime eziyet edesim var sanki. Hele işin içine Goodreads giriyorsa. Kitapları bitirmek, okunmuş olanların sayısının artmasını görmek çok büyük bir zevk kaynağı. Ama ne pahasına? İnsan "ya hep ya hiç" mantalitesinde kaybolunca, kitaplar 70% okunmuş, bazı kısımları derinlemesine incelenmiş olsun, sırf her sayfa okunmadığı için, bitirmemiş olmak inanılmaz bir kaygı ve başarısızlık hissi olarak geri geliyor. 

Bir dönem, her kelimeyi okuyup, kitaptan hiçbir şey anlamamış olmayı, 20%'sini okuyup iyi anlamış olmaya tercih ederdim herhalde. Bu kadar küçük bir şey bile insan hakkında ne çok şey söylüyor...

İhtiyacım olandan fazlasını istemekten mi oluyor tüm bunlar? Neden her şeyi okumuş olmak, ilk denemede el attığım her şeyi başarmış, sözde “büyük adam” olmak istiyorum? “Büyük adam” betimlemesinin kendisi bile problematik, ne kadar maço, heteronormatif gerçekler çağrıştırıyor...

Bloga geri dönebilmiş olmak bir kırılma noktasını sembolize ediyor olabilir. Her hafta yazacağımı düşünmek naiflitki, ve dürüst olmak gerekirse işin içinden bütün keyfi alacağı da kesindi. Bunu daha yeni yeni kavrayabiliyorum.

Tekrardan ölüme dair bazı düşüncelerle uyuya kaldım. Annie Ernaux’nun La Place’ını okumaya başladım : ana karakter (gene neredeyse tamamen kendisi) kitabın ikinci sayfasında babasını kaybediyor. Sanki kitapları bilerek seçer gibi bir halim var. Bu kadar kayıp yaşadığım bir dönemde hayat, ölümün başka şekillerini beni tedavi etmek ister gibi karşıma çıkarıyor.

Ölümü karşımıza çıkaran hep yaşam. 

Yaşam ise tek bir noktada değil. Birbirine derinden bağlı, çok daha komplike bir düzenin değişmez bir ilişkiler ağı. Ölüm de oldukça benzer, yaşamla beraber birbirine derinden bağlı birtakım diyalektik ilişkiler ağını sembolize ediyorlar.

Artık Foucault’dan esin mi, yoksa benim saçmalamam bilemiyorum… 

Yanlış hatırlamıyorsam "sosyal saat" denilen bir kavram var. 

Hormonal sebeplerden dolayı bazı saatlerde ayakta, bazı saatlerde ise uyuyor olmamız sağlığımız açısından önemli. "Sosyal saat" ise sosyaleştiğimiz vakitleri, örnek verirsek, gençken sabahlara kadar sokaklarda gezindiğimiz vakitleri tarif ediyor. Sosyal saatler hormonal gerçeklere hep ayak uydurmak zorunda değil. "Sağılıklılık" deliliği almış başını gidiyor. İnternette her sabah yedide havuç suyu içmedik diye bizi suçlu hissetiren çok fazla insan var (elbette saçma sapan bir örnek, ama fikri anladınız).

Hormonlarım ne durumda bilemiyorum ama, pazartesi sabahı korkusundan tatillerde sabahlara kadar oturmayacaksak, tatilin ne anlamı var? Tatiller keşke gerçekten de dinlenmemiz için olsalar. Her gün maillere cevap vermek zorunda kaldığımız, yetişiremedğimiz işleri üzerimize yığdıkları zamanlara tatil demek zorunda kalmasak keşke. Popülasyonun büyük bir çoğunluğu burn-out yaşıyor, tek bir işi geçtim, bazıları hayatlarını açlık sınırı üzerinde sürdürebilmek için birkaç tane işte çalışmaları gerekiyor.

Uyku düzenine geri dönecek olursak : gene daha demin sözü geçen bir kavrama değiniyoruz : "ya hep ya hiç". İnsan (en azından ben, ve tanıdığım birçok başka insan) şu lanet uyku düzeni hep yerinde olsun istiyor.
İnternette bir sürü saçma sapan videonun bombardımanı altındayız : sabah beşte kalkıp soğuk duş alanlar, aileden zengin “my perfect morning” videosu çekenler… İnsana sanki herkesin hayatı yolunda, bi ben şu yaşamak denilen işi tam olarak beceremiyorum hissi veriyor.

Byung Chul Han kitaplarında insanların günümüzde nasıl "optimize" edildiklerinden bahsediyor. Artık bizler de birer mühendislik harikası gibi optimize edilen birer makine gibi hayatlar sürüyoruz. İnsana benzeyen, makineleşmiş varlıklar haline geldik

İnsan çirkin, insan hatalı, insan yetersiz. Büyük güzelliğimiz yetersizliğimiz.

Sık sık uyku düzenimizi sikip atalım. Bir iki gün nefes aldık diye dünya da yörüngesinden çıkmasın.

Toksik maskülinite üzerine bir yazı yazmak istiyorum, fakat ne zaman yazmaya başlasam hiçbir şekilde ilerleyemiyorum. İçimde kaygı, korku ve yetersizlik arasında bir duygu uyandırıyor. Kim bilir bilinçdışımın hangi noktasına dokunuyor da bu kadar zorluyor beni?

Aynı tezimde geldiğim nokta gibi : Lacan hakkında yazmam gereken bir kısım var. Nasıl da yetersiz hissettiriyor insana kendini. Oysa biliyorum, Lacan herkes için zor. Fakat zorluğu kabul etmek istemiyorum. Hepsini okuyayım, her şeyi anlayıp takır tukur ilerleyesim var. Belki de Lacan Ecrits'leri toparlarken, seminerlerini yaparken bunun farkındaydı ve farkında olmadan olsa bile bu duruma karşı mücadele ediyordu. Zorluğu, teorinin hızlı hızlı asimile edilip, sindirilmemesini engelliyor sanki.

Jacques Lacan öleli 45 sene olmuş, artık ne istemişse bilmemiz oldukça zor…

...

Bazen okuduğum şeyleri sadece onları okudum diyebilmek için okuduğumu hissediyorum. Kitaptan keyif almak yerine, onu fethetmiş olmak, ona sahip olmak ister gibiyim. Optimizasyon konusuna tekrardan geliyoruz : içine bir sürü PDF dosyası yüklenmiş bir bilgisayar olmayı arzuluyorum. Sonuç olarak makineler Wittgenstein’nın ne demek istediği ile ilgilenmezler, aksine onu sadece depolarlar. 

Şiir okumanın, bir dizeye aşık olmanın getirdiği hissi kenara bırakıp, dizelere sahip olmaya çalışır gibiyiz. Kapitalizm ve materyalizm (felsefi anlamda değil, bir şeye sahip olmak anlamında) kemiklerimizin, iliğimizin hatta hücrelerimizin en ufak noktasına kadar işlemiş durumda. 

Optimize oluyoruz dostlar, durum çok fena.